İhtiyar “Karar vermek için acele etmeyin” demiş.. Sadece ’At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez..”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler..
“Babalık” demişler.. “Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var..”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?..” Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler..
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara..
“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler..
İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez..” Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler..
“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:
“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”
Uzun zamandır sesi çıkmayan değerli okuyucum İrfan Bıyık’ın yolladığı bu öyküyü çevirmeyi tam bitirmişken, Yasemin, Mehmet Saran’ın emailini önüme koydu.. Bir arkadaşının anlattıklarını bize naklediyordu.
“Köyde büyüdüm. Gelirimiz fazla değildi. Çocukluk arkadaşımla okumak için köy yollarında süründük. Beraberce şehirdeki Endüstri Meslek Lisesi’ni bitirdik. İkimiz de yörenin fabrikası Ereğli Demir Çelik’e baş vurduk. İkimize de işbaşı yapmamız için mektup geldi. Tam o sırada Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’ni kazandığımı öğrendim. Arkadaşım kazanamamıştı. Bana ’Allah yüzünü güldürdü. Sen gidip okuyup adam olacaksın. Allah beni de kurtarsın’ dedi ve yollarımız ayrıldı. Ankara’da binbir zorlukla okudum. Fakir ailem dişinden tırnağından kesti. Okulu bitirdim, üniversitede işe başladım. Ver elini İngiltere.. Dokuz ay da orada eğitim gördüm, gene her kuruşu sayarak.. Buraya kadar hep sefalet yani.. Peki şimdi?.. Bayramlar köye gidiyorum.. Üç çocuk var, araba yok.
Giyim kuşam dersen, eh çıplak değiliz.. Arkadaşım da geliyor köye bayramlarda.. Altında son model bir araba, üzerinde marka giysiler..” Olanları anlatan arkadaşı burada biran durmuş ve şöyle demiş Mehmet Saran’a.. “Bir gün bayramlaşırken, çocukluk arkadaşım bana ne dese beğenirsin?.. ’Hocam, Hiç insan daha kötü koşullarda yaşamak için çaba sarf eder mi?’..”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine.. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler..
“Babalık” demişler.. “Sen haklı çıktın.. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. Şimdi bir at sürün var..”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?..” Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler..
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara..
“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler..
İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama acaba ne kadar doğru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez..” Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler..
“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”
Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatla tamamlarmış, etrafına anlattığında:
“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”
Uzun zamandır sesi çıkmayan değerli okuyucum İrfan Bıyık’ın yolladığı bu öyküyü çevirmeyi tam bitirmişken, Yasemin, Mehmet Saran’ın emailini önüme koydu.. Bir arkadaşının anlattıklarını bize naklediyordu.
“Köyde büyüdüm. Gelirimiz fazla değildi. Çocukluk arkadaşımla okumak için köy yollarında süründük. Beraberce şehirdeki Endüstri Meslek Lisesi’ni bitirdik. İkimiz de yörenin fabrikası Ereğli Demir Çelik’e baş vurduk. İkimize de işbaşı yapmamız için mektup geldi. Tam o sırada Gazi Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’ni kazandığımı öğrendim. Arkadaşım kazanamamıştı. Bana ’Allah yüzünü güldürdü. Sen gidip okuyup adam olacaksın. Allah beni de kurtarsın’ dedi ve yollarımız ayrıldı. Ankara’da binbir zorlukla okudum. Fakir ailem dişinden tırnağından kesti. Okulu bitirdim, üniversitede işe başladım. Ver elini İngiltere.. Dokuz ay da orada eğitim gördüm, gene her kuruşu sayarak.. Buraya kadar hep sefalet yani.. Peki şimdi?.. Bayramlar köye gidiyorum.. Üç çocuk var, araba yok.
Giyim kuşam dersen, eh çıplak değiliz.. Arkadaşım da geliyor köye bayramlarda.. Altında son model bir araba, üzerinde marka giysiler..” Olanları anlatan arkadaşı burada biran durmuş ve şöyle demiş Mehmet Saran’a.. “Bir gün bayramlaşırken, çocukluk arkadaşım bana ne dese beğenirsin?.. ’Hocam, Hiç insan daha kötü koşullarda yaşamak için çaba sarf eder mi?’..”